İslam Birliği Siyasetinin Makro Planı

YETKİN İLKER JANDAR

İslam ülkelerinin tarihi birlik mirası olan ortak kültür ve medeniyetini göz ardı etsek bile, son yüzyılda yaşanan süreç, bütün İslam ülkelerinin ve Müslüman halkların kaderinin müşterek olduğunu bize göstermektedir. Kendine has sınırlar içinde hapsedilmiş hiç bir ulusçu kavmiyetçi devlet yapısının bu ortak kaderden kaçmasımümkün gözükmemektedir. Kendi yolunda yalnız başına yürüyerek kurtuluşa ereceğini düşünen her bir ülke, ayağı tökezleyip de düştüğünde, yuvarlandığı çukurun içinde yalnız olmadığını, aynı tuzağa kendi yolunda
yürüyen diğer yalnız ülkelerin de düştüğünü görecektir, görmektedir. Aynı çukurda, aynı anda bir arada ama yalnız fertler olarak ölmek mümkündür. Ya da kurtuluş çaresini birlikte arayıp birlikte yeni bir yaşam kurmak. Hangisini tercih edeceğimize hep birlikte karar vereceğiz

İslam ülkelerinin her birinde bu gidişe dur demek isteyen Müslüman aydınlar ve siyasi hareketler vardır. Bu Müslüman aydınlar ve siyasi hareketler, kendi sınırlı ülkelerinde belli dönemlerde etkili olmuşlar hatta yönetimde de bulunmuşlardır. Ancak ya bu etkinliklerini sürdürememişler, ya da ülkelerindeki ulusçu devletçi anlayışa teslim olarak süreç içinde mevcut uluslar arası sisteme entegre olmuşlardır. Bunun başlıca sebebi aydınların ve siyasi hareketlerin uzun vadeli asıl hedef yerine kısa vadeli hedefe, yani kendi sınırlı ülkelerinde siyasi iktidarı ele geçirme hedefine aşırı derecede odaklanmalarıdır. Bu odaklanma, siyasi iktidarı ele geçirdiklerinde bu iktidarı koruma ve sürdürebilme iç güdüsüne dönüşmüş, bu içgüdü ise uzun vadeli asıl hedef olan İslam Birliği siyasetini bastırıp unutturmuştur. Unutturmaktan kastımız tamamen unutmak değil elbette.  İç kamuoyuna yönelik mesaj ve kampanyalar şeklinde bu siyaset takip ediliyormuş gibi bir imaj oluşturulsa da, siyasette ve özellikle uluslar arası ilişkilerde terk edilmeyi, uygulanmamayı kastediyoruz unutmak ve unutturmak tabiri ile. Neticede aydınlar ve siyasi hareketler ülkelerindeki mevcut perspektife angaje olarak, yeryüzündeki mevcut uluslar arası sistemin ve küresel kültürel iktidarın dişlileri arasına sıkışmakta, öğütülme süreçlerinin hızı, bu durumlarının, sistemin kurucularının stratejilerine ne kadar hizmet ettiği gerçeğine göre değişmektedir. Sürecin hızı değişse de sonucu değişmemektedir. Ne yazık ki bu senaryo, yüz yıldır İslam coğrafyasının her köşesinde tekrar tekrar sahnelenmiştir, bu gün de sahnelenmektedir.

Sorun yapısal ve zihinseldir. Üstad Sezai Karakoç’un büyük bir feraset ve basiretle yapı taşlarını ördüğü diriliş düşüncesi haricinde yaşanmakta olan yapısal ve zihinsel sorunu tespit ve teşhis eden, soruna çözüm önerisi getiren, çözüm için yol haritası sunan bir düşünce hareketi inşa edilememiştir. Bu durum yaşadığımız krizi derinleştirmektedir. Diriliş düşüncesinin tüm İslam ülkesine ve Müslüman aydınlara ulaştırılması vazifesi omuzlarımızda kutsal bir görev olarak tüm ağırlığıyla durmaktadır.

İslam Birliği siyaseti adına uzun vadeli hedefi göz ardı eden, bu sebeple kısa vadeli engellere takılarak mevcut sisteme entegre ya da mağlup olan aydınlar ve siyasi hareketler, genç ve idealist nesiller üzerinde büyük bir yıkıma, savrulmaya ve karamsarlığa sebep olmakta, bunun neticesinde genç nesiller çoğunlukla yabancı devletler ve istihbarat örgütleri tarafından yönetilen ya da yönlendirilen, varlık sebepleri, kuruluşları ve hedefleri karanlık olan, şiddet ve tedhiş metotlarını pervasızca uygulayan örgütlerin kucağına sürüklenmektedir. Bu tür örgütler tarafından oluşturulan şiddet dalgasının doğrudan doğruya tüm İslam ülkesini yakıp yıkması bir tarafa, sebep olduğu ve belki de hedeflediği yeni Batılı istila ve işgal dalgalarıyla mevcut yapıları da yerle bir ettiğini ve hatırı sayılır büyüklükte bir coğrafyayı kaotik belirsiz bir şiddet alanına çevirdiğini, dehşet ve ibretle seyrediyoruz.

Çare nedir? Öncelikle İslam dünyasının her köşesindeki Müslüman aydınların ve siyasi hareketlerin kendi ülkelerindeki hareket planlamasının yanında bir de makro planlama yapması ve asıl hedef olan İslam Birliği’nin gerçekleşmesi için diğer İslam ülkelerindeki gönüldaş ve muadilleri ile birlikte ortak bir hareket anlayışı oluşturmaları gerekiyor. Adım adım izlenmesi gereken bir yol haritasını masa başında oluşturmak mümkün gözükmese de ilkesel olarak ne yapmalıyız, ne yapabiliriz sorularına makul cevaplar bulmak ve genel bir strateji üretmek imkanına sahibiz. Bu konuda daha çok düşünmeye ve tartışmaya kapı açabileceği inancıyla bir stratejik planlama denemesini paylaşmayı doğru buluyoruz.

  1. Varoluş Mücadelemizin Temeli : İslam Milleti Kavramının İhyası

İslam Birliği’nin sağlanması yolunda önümüze çıkacak olan ilk mesele, millet kavramına yeniden asli anlamının kazandırılmasıdır. Fransız İhtilali’nin ve Batılılaşma’nın etkisiyle son derece hatalı bir tercüme neticesinde, Fransızca’dan dilimize aktarılan nationalite kavramı millet kavramı ile karşılanmış ve bu sebeple millet kavramının kadim ve Kur’an’a dayanan manası terk edilerek, kavram üzerinde bir mefhum kayması yaşanmıştır. Nationalite kavramı bizim medeniyetimizdeki kavim kavramına tekabül etmekte olduğu halde, daha geniş ve daha derin mana içeren millet kavramı ile karşılandığında, kendisi de daha derin bir anlam kazanacağına, tam tersi bir etkileşimle millet kavramının anlam derinliğinin ve genişliğinin kaybolmasına sebep olmuştur. Bu sebeple millet ve kavim kavramları arasındaki farklılık kaybolmuş, kavim kelimesi hiç kullanılmamaya başlanmıştır. Bu dönüşüm sürecinde misal olarak Türkiye’yi baz alırsak, millet kavramındaki anlam kayması, cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkede Müslüman azınlık bulunmadığı şeklindeki uluslar arası anlaşma ve hukuki düzenlemeler ile perdelenmiş ise de, süreç içerisinde kaçınılmaz olarak bugün de devam edecek şekilde, ülkedeki Müslüman unsurlar arasında çatışma ve ayrışma alanları oluşmuştur. Daha sonra Moğolcadan alınarak kullanılmaya başlanan ulus kelimesi ise, temelde pay ve parça anlamına gelmekle, daha büyük bir bütünün parçası olma anlamını da içerdiğinden, kavim kelimesinin muadili olarak nationalite kavramını karşılamaya daha uygundur. Millet kavramının asli anlamının kaybolma süreci, diğer tüm İslam ülkelerinde de, eş zamanlı olarak yaşanan batılılaşma süreciyle birlikte benzer bir seyir izlemiştir.

Müslüman aydınların öncelikle bu kavram kargaşasından ve anlam kaymasından kurtularak, millet kavramını Kur’an’daki anlamıyla kabul ve idrak etmeleri gerekmektedir. Millet, ortak bir fikir ve ortak bir inanç çevresinde birleşerek, ortak bir tarih, ortak bir kültür ve ortak bir medeniyet inşa edebilmiş toplumların adıdır. Bizim milletimizin adı İslam Milleti’dir, ve İslam Medeniyeti’ni birlikte inşa etmiş bütün müslüman kavimler, bu milletin eşit ve onurlu parçalarıdır. Bizimle birlikte yaşama iradesini taşıyan bütün gayr-i müslim kavimler de, birliğimizin mensubu olma imkanına sahiptirler.

İslam Milleti kavramının kayboluşu sürecinde yapılan bir diğer önemli hata ise ümmet kavramı ile İslam Milleti kavramını karşılama çabasıdır. Ümmet kavramının bu şekilde kullanımı, iyiniyetli bir çabanın sonucu olsa bile, sadece manevi birliğe vurgu yapan, millet kelimesindeki siyasi ve organize toplum bilincini yani devlet görüşünü karşılamayan bir anlayışı doğurmuştur. Oysa İslam, doğuşunun ilk yıllarından çok yakın bir tarihe kadar, millet ve devlet şeklinde organize olmuştur. Bu durum İslam’ın asli özelliklerindendir. Diriliş düşüncesinin mimarı ve Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç’un 16.05.2015 tarihinde Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Merkezi’nde yaptığı konuşmada söyledikleri, meselenin doğru anlaşılması açısından büyük önem arz etmektedir:

“Bir millet var, bunun adı İslam Milleti’dir. Bizim eski ilmihallerde yazılırdı bu: Bir insan vefat ettiği zaman, öbür dünyaya intikal edince, münker, nekir melekleri, sorgu melekleri ona soracak; “Sen hangi millettensin?” O’na; “Ben İslam Milleti’ndenim” demesi lazımdır. Mümin ise böyle der. İşte bu, bu kadar önemlidir. Ahiret için de birinci sorudur. Hangi millettensin? Öbür dünyaya geçmiş, ona soruyor melek, sen hangi millettensin? Ben Türk milletindenim, ben Arap’ım, ya da şuyum buyum demeyecek. Ben İslam Milleti’ndenim diyecek. Ondan sonra ikinci soru; “Kimin ümmetindensin?” Hz. Muhammed’in ümmetindenim. Neden ilk soru o değil de, ilk soru millettir? Şundan dolayı; çünkü İslam Milleti kavramı, Ümmet-i Muhammed kavramından da daha geniştir. Çünkü İslam, Hz. Adem’den başlayan bir hadisedir, inananları, müminleri toplar. Peygamber Efendimizden önce de ümmetler var; Hz. Musa’nın ümmeti, Hz. İsa’nın ümmeti var, Hz. İbrahim’in var. Diğer peygamberlerin de var. Diğer peygamberlerin ümmetleri de İslam Milleti’nin parçalarıdır. Biz de, yani Ümmet-i Muhammed de, İslam Milleti’nin bir parçasıyız.”

Milletin zaman ve mekanı aşan, geçmişi bugünü ve geleceği kapsayıcı bir hakikat tasavvuruna dayanan yapısı, tüm kavimsel kimliklerin üzerindedir. Bu sebeple İslam Milleti kavramının ihyası, Müslüman aydınların en zorlu vazifesi olduğu gibi, onlara birlik idealine giden yoldaki engellerin aşılması sürecinde en büyük imkanı sunmaktadır.

  1. Birlik Yapısının İlk Tuğlası: Müslüman Aydınların Etkileşiminin Sağlanması ve Ortak Bir Düşünce Dilinin İnşası

İslam Medeniyeti’nin en önemli yapısal özelliklerinden birisi, Müslüman âlimler arasında klasik dönem boyunca mükemmel şekilde işleyen iletişim ağıdır. İhsan Fazlıoğlu’nun “ulema networku” adıyla tarif ettiği bu iletişim ağı sayesinde, farklı coğrafyalarda ve farklı hanedanların yönetimi altında olsalar da, Müslüman âlimlerin, birbirlerinin çalışmalarını takip edebilip değerlendirebildiklerini, birbirlerinin eserleri üzerinde yazılı olarak tartışıp, çözüm aranan soruna katkı sağlayacak yeni fikirleri ve metinleri süratle üretebildiklerini biliyoruz. Bu sayede tüm İslam coğrafyasını kuşatan ortak bir düşünce dili ve faaliyeti inşa edilebilmiştir. Ulaşım ve iletişim imkanlarının günümüzle kıyaslanamayacak derecede sınırlı olduğu bir dönemde sağlanan bu etkileşim dinamizmi, çağının imkanlarını aşan  bu ilim ve tefekkür sirkülasyonu, bilgi ve değer üretimini yükselterek, İslam Medeniyeti’nin oldukça uzun bir dönem boyunca hakim medeniyet vasfını korumasında etkili olmuştur. Endülüs, Mısır, Mezopotamya, Anadolu, Hicaz, Yemen, İran, Hindistan, Orta ve Doğu Asya ilim havzalarını birbirine entegre hale getirmekle İslam Medeniyeti, insanlık tarihinin gördüğü en verimli ve bereketli ilmi platformlarından birini oluşturma başarısını göstermiştir.

Günümüz Müslüman aydınlarının önündeki ikinci vazife, tüm İslam coğrafyasını kapsayacak benzer bir etkileşimi sağlamak için yeni bir “Müslüman aydınlar networku” oluşturmaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için geçmişe göre çok daha fazla teknik imkana sahibiz. İletişim teknolojileri, her geçen gün  daha hızlı ve daha kapsayıcı hale gelmekteyken bu imkanın doğru bir şekilde kullanılması, hedeflenen neticeye çok daha çabuk ve kolay ulaşmamızı sağlayabilecektir. Kurulacak ortak platform ve iletişim kanalları ile tüm meselelerimizin tartışılması, çözüm için ortak bir çaba gösterilerek, sağlanacak perspektif ve fikir çeşitliliği ile doğru ve iyi olana ulaşılması mümkün olacaktır.

Bu noktada temel sorun ortak düşünce dilinin tekrar nasıl inşa edileceğidir. Tabii seyrine bırakılırsa günümüzde bu dil İngilizce olacaktır. Ancak asıl amaç İslam Medeniyetinin yeniden yükselişi olduğu için, klasik dönem boyunca düşünce dili olma yetkinliğine kavuşmuş olan Arapça, Farsça ve Türkçe’nin tekrar eski yetkinliğine ulaştırılması da hedefimiz olmalıdır. Bu üç dilden birinin diğerine tercihi, yolun başında gereksiz bir tartışma alanı oluşturup zaman ve enerji kaybına sebep olur. Bu üç dilin, ortak bir kavramsal düşünce dilinin sacayağını oluşturması yoluna gidilmelidir. Arapça, Farsça ve Türkçe arasındaki kelime alışverişinin yeniden sağlanması, ortak kavramların inşa edilebilmesi için önemlidir. Arapça, Farsça, Türkçe ya da Kürtçe yazan aydınların senkronize kavramlar kullanması bir düşünce bütünlüğü sağlayacaktır. Bu düşünce bütünlüğü ayrışmış kavmi kimliklerin tekrar yakınlaştırılması ve bir millet anlayışı etrafında toplanmasına giden yoldur.

  1. Birliğin Kıble Duvarı: Müslüman Halkların Zihinsel Bariyerlerden Kurtarılması

İslam, insanların soy, dil, tarih, coğrafya ve kültür birliğine dayalı kavmiyet gerçeğini ve bu gerçeğin sosyoloji ve siyaset düzlemlerindeki tezahürlerini inkar etmez. Kavmiyet bağını yok etme gayreti içinde olmaz. Aile, akraba, kabile ve kavim bağlarının varlığını ve etkisini kabul eder. Ancak bu etkiyi millet potası içinde, hak, hakikat, adalet ve kardeşlik kavramları doğrultusunda düzenler. İslam Milleti’nin parçaları olan ve İslam’ın hakikat davasına omuz veren, hizmet eden kavimleri, necip, sadık ya da seyf’ül İslam gibi sıfatlarla onurlandırır. Ancak bir kavmi diğer kavimlerden üstün tutan hiç bir anlayışa yol vermez. Memluklar örneğinde görüldüğü üzere, aynı devlet mekanizmasını terakime, keradime, çerakise diye adlandırılan farklı kavimlere mensup idarecilerin bir bütünlük içinde arka arkaya yönetebilmesine de imkan verir. İslam Medeniyetinin siyasi tarihinin sunduğu bu arka plan, gelecekteki birliğin kurulması açısından son derece önemlidir.

Bu imkanın fiiliyata geçirilebilmesi için, Müslüman halkların, zihinlerinde oluşmuş bariyerlerden kurtarılması gerekmektedir. İslam Medeniyeti nasıl sosyal vakıaların gerçekliklerini göz ardı etmeden insan ve toplum için yeni olanı inşa edebilmiş ise, diriliş düşüncesini ve misyonunu yüklenecek Müslüman aydınların da, tarihi sosyolojik perspektif ile, batılılaşma süreci boyunca Müslüman halkların zihinlerine eklenmiş bulunan ve birliğe giden yolu kapatan engelleri, soğukkanlılıkla tespit ederek ortadan kaldırması ya da eğer mümkün ise birlik düşüncesine uyumlu bir anlayışa dönüştürmesi elzemdir.

Bir üst kimlik olan İslam Milleti anlayışının zayıflatılması ve millet kavramının yerine nationalite kavramının karşılığı olan kavim anlayışının getirilmesi neticesinde, özellikle son iki yüzyıllık dönemde, Müslüman kavimlerde birbirlerinden kopuk, bağımsız, hatta birbirlerine karşı durmak ve birbirlerinden farklı olmak üzere kurgulanmış ve tahkim edilmiş  kimlikler inşa edilmiştir. Bu kimlikler, kendilerini çerçeveleyen, tarihsel bağlamlarından koparılmış, kendi öz tarihini batılılaşma sonucu gelişmiş bir perspektifle, son derece sorunlu bir şekilde yeniden yazmış ulus devletlerle birleştirilerek güçlendirilmiş, böylece her ülkede ayrı ayrı olsa da, aslında birbirinin aynı ama kendini benzerlerinden farklı gören bir zihin yapısı oluşturulmuştur.

Batılılaşma sürecinde oluşmuş ya da oluşturulmuş bulunan bu yeni kimlikleri ve zihin yapısını yok sayamaz ve tamamen yok edemeyiz. Üç yüzyıllık batılılaşma sürecini ve tarihi göz ardı ederek sağlam ve tutarlı bir hareket inşa etmemiz mümkün değildir. Böyle bir yaklaşım, savunduğumuz tarihi sosyolojik perspektifi de terk etmek anlamına gelecektir. Tarihsel süreçlerin ve akıp giden zaman içinde yaşanan hadiselerin yoğurduğu anlayış ve aidiyetlerin bir anda yıkılması, İslam’ın metodu değildir. İslam, daha  zuhur ettiği ilk dönemlerden itibaren, toplumsal dönüşümü bir onarım süreci halinde kurgulamış ve gerçekleştirmiştir. Bugün için Müslüman aydınların önünde aynı metodu kullanmaktan başka bir yol bulunmamaktadır.

Bugüne kadar bazı İslami hareketlerin, kendi ülkelerinde batılılaşma süreci boyunca oluşmuş bulunan bu yeni kimlik ve kavmiyet anlayışına ve devlet aidiyetine karşı takındıkları toptan reddedici ve yok sayıcı yaklaşım ciddi reaksiyonlara yol açtığı gibi, bu tablonun tam ters istikametinde, tamamen bu yeni kimlik ve kavmiyet anlayışına, devlet aidiyetine teslim olmuş, yani dar anlamda ulusallaşmış İslami hareketler bulunmaktadır. Her iki yol da çıkmaz sokaktır. Çare her zaman olduğu gibi, ifrat ve tefrite sapmayan müstakim yolu bulmaktadır.

Son iki yüzyılda ortaya çıkmış ve bu süre zarfında Müslüman halkların zihinlerinde yerleşmiş bulunan ulus devlet kimliklerini ve aidiyetlerini reddetmeden, bu kimliklerle çatışmadan, bu kimliklerin birbirlerine karşı düşmanlık ve güvensizlik üzerine kurgulanmış yapılarını değiştirmek, onları ortak inanç, ortak tarih, ortak medeniyet, ortak menfaat ve ortak gelecek çerçevesinde yeniden bir üst kimlik alarak İslam Milleti çatısı altında kardeşçe ve eşit olarak birleşme idealine inandırmak, tüm Müslüman kavimler ve devletler için varlığını sürdürmenin ve yok olmaktan kurtulmanın tek yolunun ve yegane çarenin bu olduğunu kabul ettirmek, öncelikli hedefimiz olmalıdır.

İslam Milleti’nin birliğini engelleyen bir başka bariyer ise, yine son iki yüzyıllık batılılaşma sürecinde itikadi mezheplerin de tarihsel bağlamlarından farklılaşarak kendi bağlıları için sosyal ve siyasi kimlikler haline gelmiş olmasıdır. Sünnilik, Selefilik, Şiilik, Alevilik gibi itikadi mezheplerin tahkike dayalı tercihlerden çok, aileden, kabileden kavim ya da coğrafyadan tevarüs eden ve kişinin siyasi ve sosyal tutumunu üstelik diğer mezheplere karşı bir duruşla belirleyen çağdaş takipçileri, millet – kavim meselesindekine benzer bir anlayış ve kavrayış kayması ile karşı karşıya bulunmaktadır. Günümüz Sünnilerinin,  Selefilerinin, Şiilerinin ve Alevilerinin, geçmişte yaşanan itikadi çatışma ve ihtilafların doğrudan tarafı olmadıklarını, bugün için ise İslam Milleti’nin çatısı altında varlığını sürdüren toplumsal figürler ve sosyal yapılardan ibaret  bulunduklarını, bu sebeple de İslam Birliği’ne giden yolda aralarında yeni ve özgün bir anlayış ve ilişkinin kurulmasının mümkün olduğunu görmeliyiz. Kastettiğimiz bu mezheplerin terk edilmesi ya da mezhepsizlik şeklinde bir anlayış değildir. Mezhepsizlik zaten çözüm değildir. Böyle bir anlayış tutsa bile ki tutmayacaktır, olacak şey ortaya çıkacak yeni bir mezhepsizlik akımının kendisinin de bir mezhebe dönüşmesidir. O zaman da tekrar başa dönülecektir. Her mezhebin kendi içinde aydınlar üst bir kavram ve kimlik olarak İslam Milleti kimliğini yükseltmek ve ortak bir siyasi akıl, ortak bir siyasi bilinç, ortak bir siyaset inşa etme gayreti içinde olmak zorundadır. Tarih boyunca olduğu gibi, Sünnilerin, Selefilerin, Şiilerin ve Alevilerin İslam Milleti çatısı altında bir arada yaşamaları mümkündür. Birbirlerine düşman kimlikler olarak hareket etmeleri halinde ise, hiç birinin gelecekte var olmaları mümkün değildir.

Müslüman aydınlar mezhep tartışmalarını ötelemeli ve her biri mensup oldukları mezhebin önderlerini ve taraftarlarını şu konuda ikna etmelidir; Ne zaman İslam ülkesini kurtarır ve kendi medeniyetimize dayalı devlet düzenini inşa edersek, o zaman alimlerimiz bir araya gelip ilmi olarak ihtilafları tartışmaya, doğruları bulup yanlışları düzeltmeye gayret edeceklerdir. Bunu da halkların ve cemaatlerin tartışması ve çatışması yöntemi ile değil ilmi platformlarda ilmi münazara metotları ile yapacaklardır. Ama bugünkü aşamada mezhepler arası itikadi tartışmalara boğulmak yerine, önce tüm mezhepleri sosyolojik vakıalar ve İslam Milleti’nin birer parçası olarak görüp siyasi birliği sağlamak ve İslam ülkesini işgal ve tehditten koruyacak güçlü bir yapı kurmak asıl önceliğimizdir.

  1. Duvardan Binaya: Ülkesel Siyasi İktidarlarda Paradigma Değişikliğinin Sağlanması

Günümüzde İslam ülkesinin doğrudan işgal altında bulunmayan büyük bir bölümü, son iki yüzyıllık süreçte inşa edilmiş ulus devletler tarafından idare edilmektedir. Her bir ulus devlet, kendince bir politika ve strateji izleyerek varlığını sürdürme, ayakta kalma ve mümkün mertebe güçlenme çabası içindedir. Ancak hem yakın tarihsel süreci hem de güncel gelişmeleri bir arada incelediğimizde,  tek tek her bir Müslüman ulus devletin, şu yada bu ölçüde Batılı ya da Doğulu yabancı devletlerin askeri, siyasi ve ekonomik peykleri haline geldiklerini, kurdukları askeri ve siyasi sözde ittifakların tayin ettiği yörüngenin dışında bir çözüm ya da strateji geliştiremediklerini görüyoruz. Takip ettikleri yapay yörüngelerin hiç biri için güvenli olmadığı, belirli şartlar oluşup zamanı geldiğinde teker teker yıkılıp parçalandıkları hepimizin malumudur.

Bu şartlarda, Müslüman aydınlar doğru ve makul olanın  arkasında durduklarında ve bu sayede Müslüman halkların zihinlerindeki bariyerleri ortadan kaldırdıklarında, her bir İslam ülkesindeki siyasi kadroların ve yapıların, mevcut paradigmaları değiştirmeleri mümkün hale gelecektir. Yeni paradigma İslam ülkelerinin birbirlerini doğal müttefik ve stratejik ortak olarak görmeleri ve karşılaşılan her sorunda birlikte hareket etme iradesini oluşturmalarıdır.

Müslüman aydınların görevi siyasi kadrolara bu yeni paradigmanın mümkün değil mutlak ve mecburi olduğunu anlatmaktır. İslam ülkeleri arasındaki mevcut ihtilaf ve çatışmalar devam ederken bu dönüşüm nasıl sağlanabilir denilirse eğer, önümüzde Avrupa Birliği gibi spesifik bir model bulunmaktadır. Bilindiği gibi Fransa, İngiltere ve Almanya, 50 yıl içinde iki cihan harbinde karşı karşıya gelip, birbirlerinin milyonlarca insanını öldürüp, ülkelerini yerle bir ettiler. Dedeleri ve babaları birbirlerinin kanlarını döktükleri halde, en sonunda oturup Avrupa Birliği’ni kurdular. Günümüzde birlikte hareket ediyorlar. İslam ülkeleri ise bu derece düşmanlığa dayalı bir siyasi geçmişe sahip değildirler. Bu sebeple  bir araya gelmeleri ve daha güçlü bir siyasi birlik kurmaları çok daha kolaydır.

Müslüman aydınlar, İslam ülkelerinde, mensubu bulunduğu ulus devleti tek başına yükseltebileceği yanılgısına düşen ve halkını da aynı yanılgıya sürükleyen siyaset anlayışlarıyla da mücadele etmek zorundadır. Acı bir gerçektir ancak söylenmelidir ki ne Büyük Türkiye mümkündür, ne Büyük İran mümkündür, ne de Büyük Mısır mümkündür. Aynı imkansızlık tüm İslam ülkeleri için geçerlidir. Fransa, İngiltere ve Almanya gibi devletlerin bile, Abd ve Rusya arasında ezilmemek, ayakta kalabilmek ve var olabilmek için Avrupa Birliği çatısı altında birleşme ve birlikte hareket etme mecburiyetinde olduğu bir çağda, hiçbir İslam ülkesinin, bırakın tek başına büyük olması ve büyümesi; varlığını sürdürmesi bile söz konusu değildir. İşte Afganistan’ın, işte Irak’ın, işte Libya’nın, işte Suriye’nin ve işte Yemen’in hali ortadadır. Her bir İslam ülkesi önce tek başına bırakılmakta, sonra da yıkılıp parçalanmaktadır. Bu realite doğrultusunda siyaset üretmek gerektiği, tek çarenin birleşmek, birlikte hareket etmek olduğu tüm siyasi kadrolara kabul ettirilmelidir. Bu vazife de Müslüman aydınların omuzundadır.

  1. Çatıyı Kurmak: Mevcut Üst Yapıların İşlevsel Hale Getirilmesi

Aslında kurulmuş bir çatıya sahibiz. Tüm eksikliklerine ve zihinsel hastalıklarına rağmen, mevcut İslam ülkelerinin yönetimleri, tarihin, siyasetin ve  jeostratejinin gereği olarak İslam İşbirliği Teşkilatı’nı kurmayı başarmışlardır. Ancak çoğu zaman kağıt üzerinde kalan ve uluslar arası siyasette etkin bir strateji, güçlü bir siyaset ve özgül bir ağırlık ortaya koyamayan mevcut teşkilat yapısının işlevsel hale getirilmesi gerekmektedir.

Avrupa Birliği 28, İslam İşbirliği Teşkilatı 57 ülkeden müteşekkildir. Avrupa Birliği’nin toplam nüfusu 500 milyon, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın toplam nüfusu 1,5 milyar civarındadır. Avrupa Birliği’nin toplam yüz ölçümü 4 milyon 380 bin km2, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın toplam yüzölçümü 31,5 milyon km2’dir. Eğer İslam İşbirliği Teşkilatı çatısı altında ortak ve planlı bir ekonomi, ortak siyaset ve ortak bir güvenlik sistemi oluşturulabilirse, İslam coğrafyasını korumak ve İslam Milleti’ni tekrar birleştirmek fırsatı ortaya çıkacaktır.

Bunun için genel sekreterliğin ve genel kurulun daha organize, daha planlı ve daha çabuk hareket edebileceği bir çalışma metodunun oluşturulması gerekir. Ancak bundan da önce, 57 ülkeyi bir arada tutacak ve aynı siyaset çerçevesinde yönlendirebilecek bir ara yapının kurulmasına ihtiyaç vardır. Bu yapı için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi model alınabilir.

Diğer İslam ülkeleri üzerindeki etkinlikleri, nüfus ağırlıkları, askeri-ekonomik güçleri ve kültürel hinterlantları sebebiyle Türkiye, Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın daimi üye olacağı, belirlenen aralıktaki her dönemde dört ülkenin de dönüşümlü geçici üye seçileceği bir güvenlik konseyi yapısı ile tüm İslam ülkelerinin takip edebileceği ortak bir siyasetin oluşturulması, ve teşkilatın daha işlevsel hale getirilmesi mümkün olacaktır.

  1. Binanın Kullanım Amacı: Yeni Siyasetin Kurgulanma Aşamaları ve Fonksiyonel Altyapının Tamamlanması

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kurulacak bir üst konsey ile daha aktif çalışır hale getirilmesinden sonra, teşkilat bünyesindeki üye ülkeler arasında ortak siyaset ve stratejilerin üretimini sağlayacak  planlamanın yapılması ve yürütülmesi gerekir. Bunun için üye ülkelerin tümünü kapsayacak fonksiyonel altyapının kademeli olarak tamamlanması ve çalıştırılması söz konusudur. Bu aşama artık Müslüman devlet adamlarının ve bürokratların kontrolünde ilerleyecek, Müslüman aydınlar ise süreci kolaylaştırmak için düşünsel katkı sağlamak ve süreci halklara anlatmak vazifesini üstleneceklerdir.

Bu aşamanın ilk adımı, İslam ülkeleri arasında sürmekte bulunan ve daha sonraki zamanlarda ortaya çıkma ihtimali bulunan anlaşmazlıkların çözümü için teşkilat bünyesinde bir devletlerarası tahkim kurulunun oluşturularak bu kurulda güvenilir ve geçmişteki ihtilaflardan uzak kalmayı başarmış İslam ülkelerinin arabuluculuk görevini üstlenmesidir. Teşkilatın en temel kuralı, İslam ülkeleri arasındaki ihtilaflarda hiç bir şekilde silaha başvurulmaması ve sorunların tahkim ve arabuluculuğu esas alan diplomatik müzakerelerle çözülmesi yönteminin benimsenip içselleştirilmesi olmalıdır.

İkinci adım ise ortak bir ekonomik yapının oluşturulması olacaktır. Üye ülkelerin ekonomi kurmayları, 5 yıllık planlamalar suretiyle ortak bir bütçe oluşturacak, yapılacak yatırımlar, üretim ve tüketim birlikte planlanacak, ithalat ve ihracat öncelikle teşkilat üyesi ülkelerin kendi aralarındaki ticaret ile karşılanacak, sanayileşme tüm coğrafyaya jeostratejik bir yaklaşımla eşit ve dengeli bir şekilde yayılacak, istihdam planlaması bir bütün olarak değerlendirilecek ve mümkün olan en kısa zamanda ortak bir para biriminin tesisi yoluna gidilecektir. Bu adımlar atıldığında çok kısa bir sürede parçaların toplamından çok daha büyük bütünsel bir ekonomik gücün ortaya çıktığı görülecektir.

Bu adımı takip eden yaklaşım, teşkilatın dışarıdaki güçlere karşı uluslar arası sorunlarda ortak bir dış siyaset belirlemesi, gerekli görüldüğünde üye ülkelere karşı düşmanca tavır sergileyen taraflara, blok halinde siyasi ve ekonomik yaptırımlar uygulayabilecek anlayışı geliştirmesidir. Böyle bir anlayış geliştirildiğinde, İslam ülkelerine yönelik bir çok haksızlığın ve tehdidin kolaylıkla ortadan kaldırılabildiği görülecektir.

Sonraki adım ise ortak askeri güvenlik sisteminin kurulmasıdır. Öncelikle ortak bir acil müdahale gücü oluşturulacak ve sorun yaşanan bölgelerde bu güç gerekirse muharip olarak kullanılacaktır. Uzun vadede ise teşkilata üye tüm ülkelerin ulusal orduları ortak bir komuta sistemi altında birleştirilerek, tek bir ordu haline getirilecektir. Teşkilata bağlı birleşmiş ordunun dünyadaki en büyük, en güçlü ve en caydırıcı askeri güç haline getirilmesi için çalışılacaktır. Öyle ki bir daha hiç bir Batılı ya da Doğulu askeri gücün İslam coğrafyasına saldırma cesareti göstermesi mümkün olmayacaktır.

  1. Binanın Şerefi: Arzdaki Emanetin Yeniden Yüklenilmesi ve Kadim İnsani Düzenin Yeniden Kuruluşu

Asıl amaç, sadece ülkelerimizi kurtarmak değildir. İslam’ın insana yüklediği asli misyonun tekrar kazanılmasıdır asıl amaç. İnsanlığın yaşadığı krizin çözümü gerekmektedir. Müslümanlar, tüm dünyaya daha insani, daha adil, daha merhametli, daha doğru ve daha iyi bir yaşamı, insan ve toplum anlayışını sunmalıdır. Bu yapılamadığı takdirde bu aşamaya gelene kadar verilen mücadelenin ve gösterilen çabanın anlamı kalmaz. Toplumsal hayatın yeniden düzenlenmesi, insanlık için yeni bir düşünce ve anlayış çağının açılması şarttır.

Yeni bir iktisat teorisinin geliştirilerek uygulamaya geçirilmesi, yeni bir hukuk felsefesi inşa edilerek yeni çağa uygun bir hukuk sisteminin kurulması, insani değer ve hakların yeniden yorumlanması, adalet ve hakkaniyetin her koşul ve düzlemde ana ilke olması, toplumun, bireyin ve devletin hak ve vazifelerinin insanın hakikatini ve ilahi hikmeti merkeze alan bir anlayışla belirlenmesi bu aşamanın olmazsa olmazlarıdır. Peki bu nasıl olacaktır?

Birlik çatısı altında güçlü ve derinlikli bir eğitim sistemi geliştirilecek, tüm coğrafyayı baştan başa kuşatacak eğitim müesseseleri kurulacak, dini, felsefeyi ve bilimi yerli yerine koyan ve hepsini doğru bir metotla anlayıp anlamlandıran, bilgi ve değer üreterek soruları ve sorunları aşabilen bir alimler kuşağı yetiştirilecektir. İşte bu kuşak asıl düzen kurucu nesil ve yeni ilmi disiplinlerin başlangıç noktası olacaktır.

Artık İslam Milleti’nin birleştiği ve ortak üst yapının kurulduğu bir aşamadan bahsediyoruz. Bu aşamaya kadar bizi ulaştıran Müslüman aydınlar, vazifelerini tamamlamanın huzuru ile bayrağı yeni çağda yetişecek İslam âlimleri kuşağına teslim edeceklerdir. İslam Milleti’nin bağrında ve birliğin çatısı altında yetişecek olan İslam âlimleri, emaneti yüklenecek ve kadim insani düzeni yeniden kuracaklardır.

  1. Liva-i Hamd Sancağı’nın Altında: İslam Medeniyeti’nin Yeniden Yükselişi

Diriliş güneşinin şafağında, billurdan ve nurdan hüzmelerin ışıltısında, yükselen İslam Medeniyeti görülmektedir artık. Yeryüzünde yeniden hakim medeniyet haline gelen İslam, yalnız kendi coğrafyasını değil bütün dünyayı aydınlatmakta, diğer medeniyet havzaları ve tüm insanlık için rol model olmaktadır. Toplum hayatı tüm müesseseleriyle insani bütün değerleri kapsayacak şekilde düzenlenmiş, adalet ideası hukukun temeline yerleştirilmiş, Muhammedi hakikatin en temel ilkesi olan hamd, toplumsal ve bireysel idrakin her tezahüründe Tanrı’ya yönelmiştir. İnsan, arzda Tanrı’nın halifesi olma vazifesini yerine getirmiş, nizam-ı âlemi sağlamış, tam itidal hali hiç bir zaman sürdürülebilir olmadığından denge her bozulduğunda onu tekrar kuracak mekanizmaları işler hale getirmiştir. Kurtulan sadece insan değil, aynı zamanda tabiat ve dünyadır, canlı ve cansız bize emanet edilmiş olan bütün mülktür. Bu yeni çağın aklı ve hatta hayali aşan çizgilerini tasvir etmekten aciziz. Ancak biliyor ve bekliyoruz ki, insanlık için yeni bir kurtuluş atılımı yapabilecek, yeni bir çağ açabilecek tek söz, tek kelam, tek imkan İslam’ındır ve bu vazife Müslümanlarındır.


Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir